2010 senesi şubat ayı sonları. istanbul şehri ılık havasında çekingen yağmurlarıyla galip bize karşı. üşümüşüz, yağmuru yediğimizden, rüzgarı çektiğimizden...
kalabalığın içinde ağır aheste yürüyoruz. binlerce kişi var etrafımızda, kimse konuşmuyor kimse de susamıyor, herkes mi ikilemde? kaldırımdan iniyoruz kimi zaman, araçlar durmuşlar yollarda, daha tenha asfalt. ardımızdan hızlı adımlar seyrediyor kimi zaman, usulca yol veriyoruz, geçip gidiyorlar. su birikintilerine basmamaya gayret ediyoruz.
elimden sıkıca tutmuş, 7 yaşında bir çocuk... başım öne eğik, gözlerimi kaçırıyorum ondan. bazen kaçamak bakışlar arasında onun gözleriyle korkusunu haykırdığını işitiyorum. sıkıca tutuyor elimden çocuk.
çay bahçesine kadar konuşmuyoruz ikimiz de, hepimiz de... iki tabure buluyorum. üşümüşüz. çay söylüyoruz. yavaş yavaş ağızları açılıyor insanların, benim ilk çayımdan sonra titremem geçiyor, şöylece bir bakıyorum etrafa. aklıma bir şarkı takılıyor: "sıcak geceler gibi al beni kollarına bu gece, dokunsalar ağlayacak çocuk gibiyim..."
dostlar var masada, etraflıca sohbetler... şakaklarımı ovuşturunca çenem de kasılmaktan vazgeçiyor yavaş yavaş. sohbetler, değerli'yi değerlendirmeler, dost sofrasında bol demli çaylar ve yanan sigaralar...
gözümün ucuyla bakıyorum, ilgiyle dinliyor, izliyor, inceliyor çocuk insanları. büyük insanları, kocamanları, abileri ablaları... titremesi geçmiş, biraz ısınmış ama yorgun, göz kapakları düşüyor yanaklarının üzerine kadar...
derken vaktimiz geliyor, kalkıyoruz. elimden tutuyor çocuk, ıhlamur'dan yürüyoruz evimize. evimize yaklaştıkça daha bir sıkıca tutuyor elimi, "hadi eve gidelim" der gibi. başını kaldırmış da karanlığa dikleniyor afacan bir tavırla ama karanlık ne bilsin çocuğun elimi sıkıca tutup içinden içinden titrediğini? soğuktan mı korkudan mı sinirinden mi yoksa üzüntüsünden mi bilinmez ama hep karanlık, alabildiğine karanlık var, lambalar yetmiyor bize.
acıktığını söylüyor bana, birşeyler yemek istediğini. eve varana değin sabretmesini istiyorum. kabul ediyor teklifimi. cebimizde para yok karnımızı doyurmaya, bundan çocuğun haberi yok.
dik bir yokuşun önünde duruyoruz. her adımda daha bir sıkı tutuyor elimi, artık burda canımı da yakıyor. soruyorum acaba ister mi onu kucağıma alayım, seviniyor kabul ediyor. yorulmuş artık çok yorulmuş. kucağımda uyuyacak, hesabı bu. zıplıyor adeta üzerime, koyuluyoruz yokuşu tırmanmaya. dilime bir şarkı takılıyor: "....bir deniz üstündeyim, ne ucu var ne bucağı; bir rüzgar önündeyim, gel keyfim gel; bir sevda içindeyim, başım dumanlı... ağzımda bal gibi tatlı bir türkü; bir iner bir çıkarım bu yokuşu; ağzımda bal gibi tatlı bir türkü; kazanırım çocuklarıma ekmek parası...."
eve girmeden önce son düzlükte bir sigara yakıyorum tek elimle, dumanını ondan saklayarak içiyorum sigarayı. topuklarım sızlıyor artık, kollarımda derman kalmamış, ama o huzurlu başını ve artık tasa barındırmayan yüzünü böğrüme gömüşü var ki çocuğun, bir ömre değer...
kapının önüne geliyoruz, o heyecanlı, halbuki ben biliyorum evde bizi karşılayacak, memlekette bizi gördüğüne sevinecek kimse yok...
anahtar iki defa dönüyor, üçüncüde kapı açık önümüzde. uyuyormuş gibi yapıyor şımarık. direk yatağa götürüyorum, evdeki tek yatağa. üzerine yorganını örtüyorum, kıyafetlerini biraz sonra değiştirmeyi düşünerek çıkıyorum odadan.
mutfağa gidiyorum, duvara ellerimi yaslayıp düşünüyorum uzun uzadıya. çeşmeyi açıp yüzüme su çarpıyorum, sonra bardağı doldurup bir yudum içiyorum.
bunları yazdıktan sonra ben yatağa döneceğim. 7 yaşındaki çocuğun yanına usulca sokulup, benden başka kimsenin olmadığı bu evde, çocukluğumun güzel düşlerinin birazcık olsun ucundan tutabilmeyi deneyeceğim...
birazdan ben, kartalın bugün yenildiği pusu üzerine düşünüp sonra çocukluğumun masumiyeti ve merhametiyle onu daha bir seveceğim...
kimsenin olmadığı bu evde, bomboş ve soğuk yatakta, uzun ve sessiz bir uyku çekeceğim...
yoksa çekilir mi bu hayat?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder