Ölümsüzleşen anlar

Hentbol Takımımızın şampiyonluk serisi ve galatasaray maçının fotoğrafları...

Kaydetmek için tıklayın

Kaydetmek  için tıklayın


Şampiyon muyuz lan?

gecesiydi, ertesi günkü oynanacak maçın stresinden karın ağrım baş ağrım. bir antienflamatuar bulamadım bir yatıştırıcı bulamadım kendime. artık gözlerim kanlanınca uyuyakalmışım.
öğlen saatleriydi, bir kabustan uyanışım.
hayırdır inşallah...
maça girmemişim güya. semte iniyorum, bir mekanda golleri görüyorum. galatasaray 3-1 kazanıyor. stada gidiyorum sonra, stadın dışında içeriyi görüyorum, emrah sette, usulca arkasına bakıyor. zeyneb abla ağlıyor. yanlarında antalya'da tıp fakültesinde okuyan ve galatasaraylı olduğunu bildiğim bir arkadaşım var, o da üzgün. dışarı çıkıyorlar, semte doğru yürüyoruz. o sırada uyanıyorum, daha doğrusu telefonum çalıyor.
giyinip evden çık, ağzına aldığın iki lokmayı çıkar. semte inerken simit al, onu da çıkar. yediğin içtiğin dışarı çıkıyor 5 dakikaya kalmadan. gözlerim ağrıyor, karnım kasılıyor...
hava sıcak, güneş yakıyor herkesi, ben üşüyorum ancak...
gidip, kastamonu tayfasıyla semtte yumurta yiyince, sanırım muhabbetleri gıdaları bünyemin kabul etmesine yardımcı oluyor, biraz kendime gelebiliyorum. çay ama kötü. çay içince yine kusacak gibi oluyorum. imdadıma elvan'ın aldığı kola yetişiyor. ayaküstü muhabbetler, nasıl sıkıcı geliyor. sıkılıyorum, bunalıyorum, üşüyorum...
stada yürüyoruz, stad önüne gelince içeri giresim gelmiyor. önderle dışarda kalıyorum. bilet işleri vs.. haydi diyip sağ ayağımızla giriyoruz içeri.
bu sefer de tribüne çıkasım yok. tuvalet önündeki koridorlarda insanlar amele oturuşundalar. muhabbetleri de kafa dağıtıcı olunca çöküyorum ben de...
haydi pankartı alalım, şunu şöyle yapalım bunu şuraya koyalım vesaire derken kendime meşgaleler buluyorum. tribüne çıktık, amenna da, bu sefer sahaya bakmaya cesaretim yok. erhan davula başlayınca, hafif sırtım dönük, maç da iki soluk sonrasına başlayıveriyor.
film kopmuş o arada, hafızam pek açık değil.


devre arası olanları falan çok net hatırlayamıyorum.
bir tek, ilk golden sonra muratın sarılışı ve gözlüğümün havaya uçtuğu var aklımda.
bir ara üşüyorum yeniden, montumu giyiyorum. sonra galatasaray gol atıyor, sonra bizim iki penaltı yeniyor. bakıyorum olacak gibi değil! montu çıkarıyorum ve gol atıyoruz...
o sırada murata sorduğum soru işte beynimde hala zonklayan:
şampiyon muyuz lan?
son dakikalar gergin, telaşlı, panik havası hakim. yine de bağırıyorum bir şekilde. maç bitince, elimde değil, dizlerimin bağı çözülüyor, oturuyorum olduğum yere. sol yanımı davul kapatsa da sağ yanım çok açık. ağlasam gören olabilir. başımı öne eğiyorum, ellerimin titrediğini farkediyorum. denizden mesaj geliyor o arada. koltukları sökecekmişiz, stadı yıkacaklarmış. benim ellerim hala titriyor. dokunsalar değil, dokunsam kendime, ağlayacak haldeyim. film tekrar bağlanıyor işte. ellerimin titremesi azalınca bir sigara yakıyorum. bir ara, sabah rüyamda ağlayan zeyneb ablanın sesini duyuyorum, "bu da duygusala bağlamış?" diye, öküz işte... burnumun direği sızlıyor, yine gözlerim ıslanıyor titrememden. bülent kafama vuruyor sonra. keşke dokunmasa da, beni usulca ağlarken bıraksa... cebimden selpak çıkartıyorum. burnumu, gözlerimi siliyorum. kalkıp muratın yanına gidiyorum. tek söz söyleyecek halde değilim. sarılıyor. o sırada "şampiyon muyuz lan?" diye sormayı çok istiyorum. ama ağzımı açsam ağlarım. gözlerim de ıslak. yerime geçince, pankartın üzerine bir sigara düştüğünü görüyorum. koşup ayağımı basıyorum. delinmemiş pankart ama kararmış biraz. kusura bakma felan diye zırvalıyor fail. birşeyler diyorum, kim tutuyor bilmiyorum, birileri tutuyor. ellerimin titremesini o gerizekalının üzerinde boşaltabilirim. toparlanıyoruz, çıkıyoruz, semte doğru yürüyoruz... sesim kısılmış, konuşsam da duyan olmuyor.
benim aklımda hala aynı soru, bağıra çağıra soruyorum:
şampiyon muyuz lan?
şampiyon muyuz murat!!!
duyan olmuyor...

ps: çakal beniiiii sansar beniiiii

pankart namus mudur

çok paramız yok, ama akıttığımız ter var bizim. ve bizce takımımızı desteklemek tribünde olmaktır, patlayan gırtlakla, astığımız pankartla.
inönüde oynanacak maçlardan önce, yolumuzu istikametimizi değiştirip, fırsatımız yoksa bir ahbabımızı bulup, zamanı denk getirip kendimizce, bazen havanın karanlığında stadda aldık soluğu. iplerle, kelepçelerle mıhladık pankartları, ve pankart asmayı düşündüğümüz yeri bizden önce biri düşündüyse başka yer aradık pankartımıza. ama bizim kadar pankart kovalayan çok sayıda kişi olmadığı için genellikle de gönlümüzden geçen yere pankartımızı asmak nasip oldu bize.
yıllardır derbi maçlarda isyan noktasına geliyoruz. birikiyor, birikiyor; saygımızdan, sevgimizden, aynı yola baş koyduğumuzdan, içimize atıp susuyoruz. tek birşeyi anlamak zor geliyor:
asılı pankartımızı söküp absürd yerlere ilginç şekillerde bağlayan insanların amaçları nelerdir? pankartlarımızı yerlere atıp, kendi pankartlarını asan insanların niyeti nedir? bilelim de ona göre hareket edelim?
merakımız bu sadece...
çok defa, victory pankartını, furkan abinin academy pankartını, son barikat pankartlarını, üzerimize vazife olmadığı halde, oradayız madem ve ipimiz artmış diye, saygımızdan ve sevgimizden sırf, çok kere düzelttik, gerdik, yeniden bağladık. bizim tribünümüzde olmayan kişilerin pankartlarını düzelttiğimiz de oldu maçlardan hemen önce. ama şu tarihe kadar kimsenin pankartının yerini değiştirmedik, kimsenin pankartını ters çevirmedik, kimsenin pankartını yerlerde süründürmedik, kimsenin pankartını indirmek veya örtmek gibi bir niyetimiz ve eylemimiz olmadı. pankart namustur diyip elimizden geldiğinden çok daha fazla saygı gösterdik.
fener derbisinden önce eski açıkta, bizim tribünümüzde, asılı pankartımızı kenara çekip yamuk bir şekilde asanlar oldu, birşey demedik. galatasaray maçında dün stada astığımız 3 pankartımızdan birini yerde, 2sini de astığımızdan farklı yerde ki üstelik birisini hangi akla hizmet ters asmışlar, bu halde ve bu rezillikte görünce sorma merakımız da gelişti:
soruyoruz:
amaç ne?
biz başka pankartlara saygı gösterirken; baskı değil branda değil, el emeği göz nuru pankartlarımıza olan kasıt ne?

sene başında, 6-7 saat uğraşılıp yapılan kepli kartal pankartımızı çalanlar, fener maçından önce pankartımızı astığımız yerden söküp yana kaydıranlar, gs maçında pankartımızı yerlere atanlar ve veya yerini değiştirip absürd bir şekilde bağlayanlar; abiler, kardeşler, amacınız ne, kasıtınız ne?
maksadımız kimseye sitem etmek hesap sormak değil, sadece oyunun kurallarını anlamaya çalışıyoruz. bizim oynadığımız oyunda pankart namustu, başkasının pankartına, pankart güzelleştirilmedikçe, dokunulmazdı. şimdi kural mı değiştiriyoruz? asılı pankartları mı sökeceğiz? aramızdaki saygıyı sevgiyi mi kaybedeceğiz?
bir sene boyunca aynı yere pankartımı asarken, sadece derbi maçlarda, pankartımın oradan sökülmesine dair sitemim var yalnız. bi zahmet kendi pankartınızı bir sene boyunca inönüde sergileyin, bi zahmet bizden önce stada girip pankartınızı asın. o zaman göreceksiniz pankartınıza nasıl saygılı davrandığımızı. ipiniz yetmezse şayet, sizin pankartınızı sizden sağlam bağladığımızı.
bu tribünlerin temiz yüzlü, temiz niyetli, çalışkan gençleri olmaya çalışırken, bazı şeyler bizi üzüyor. pankartımıza, namusumuza, lütfen el uzatılmasın...
çok paramız yok, ama akıttığımız ter var bizim, damarlarımızda deli kan var bizim... lütfen ayırdığımız zamana, denkleştirdiğimiz üç kuruşla yaptığımız pankartlarımıza, verdiğimiz emeklere biraz saygı gösterin. sizin pankartlarınıza gösterdiğimiz saygının azıcığını gösterseniz yeter zaten...

pankart namussa, namuslu davranın lütfen...

Kardeşleri gelsin yanına


19 yıl aradan sonra şampiyonluk bizim kupa bizim! Bunu söylemeye sadece 180dk kaldı, unutmadan salondanda gelecek bir şampiyonluk haberi var.

Bu çoşkuyu yerinde yaşamak için gerekli adresleri belirtelim hemen:

BJK Süleyman Seba Spor Salonu:
Emirhan Caddesi Çitlenbik Otobüs Durağı Arkası Dikilitaş / Beşiktaş

BJK İnönü Stadyumu:
Vişnezade Mahallesi, Dolmabahçe Caddesi, Dolmabahçe Sarayı karşısı – BEŞİKTAŞ

O zaman pusulamız gösterirki bizlere...
çarşamba (bugün) ve perşembe 19.30 S. Seba
Pazar 20.00 İnönü


sana laflar hazırladım!

bana şu camiada, şu yönetimde, şu takımların olduğu yerlerde, bir allahın kulu çıksın da hentboldan sorumlu yönetici neden olmaz izah etsin!
gs ile maç oynanıyor, sahada adnan polat var, beşiktaşlı bir yönetici yok.
voleybol takımı lige dönüyor, bu dönüşte yönetimin ne payı var bi izah edilsin.
hentbol takımı izmirde final serisinde katlediliyor, sahada ve tribünlerde olaylar çıkıyor, nerede yönetim?

bak efendi, bülent paşa, beyefendi, şunu bi idrak et artık:
senin futbol şubesiyle alakan yok! sen evvela hentbolun başında dur, ondan sonra inönüye girmeye yüzün olsun!
ve sana laflar hazırladım, haberin olsun! o koşa koşa geldiğin inönüde bir maçta istifa yazan pankartı burnunun direğine iple asmazsam eğer, son satırım olsun bu!

Ordular; İlk Hedefimiz Akdenizdir!

".................
akdeniz akdeniz, senden aslımız
masmavi bir aydınlıktan gelir neslimiz
hasretin içimde derin bir sızı
yelinden tuzundan ayırma bizi

ömrümün sevinci hüznü sendedir
alnımın yazısı mavi derinliktedir
hasretin içimde derin bir sızı
yelinden tuzundan ayırma bizi
................."

pusulamız bu hafta içi çarşamba günü, türkiye kupasını gösteriyor, hani fortis diyor endüstriyel tasarımcılar, güney istikamette, "s" işte.
seyahat planları, araçlar, nevaleler, biletler, emanetler topyekun ayarlandı, hazırlandı.
bir büyük otobüs, bir küçük minibüs, ve şu saat itibariyle henüz belirlenemeyen bir dört teker yola çıkacak gibi duruyor çevre muhitten. şayet dört teker hazır olmazsa ikinci bir "meşhur sarı otobüs" vakasına doğru gidilir, bizden söylemesi.
yol üzerinde ne yenilir ne içilir, turistik amaçlı nerelere göz atılmalıdır, en ufak bir fikrim dahi yok. hayatımda izmir'e gitmedim. ama aramızda, isim verip rencide etmek istemiyorum, izmir civarında doğup büyüyenler var. bir zahmet izzeti ikramda kusur buldurmasınlar...
bir kaç iyi adam ve bir kaç haddini bilmez emanetlerini hazırlayıp yollara düşüyorlar. yol hedef kadar önemli midir, bunu sorguluyorlar. büyük savaşa biraz daha zaman var, ama ön çatışmalar izmir'de yaşanacak... allah hepsinin taksiratını affetsin!
biletler halen bitmemiş. sanırım inönü'deki anti-fener dozajı seyirciler için yeterli geldi. şimdi söz taraftarda.
pankartlarla ve bir depo mazotla çıkılıyor yola. kimisi arkadan bir ufak su dökecek, kimisi vira bismillah deyip yollara düşecek. çanakkaleden sonrası için "yakınım olur, ilgilenin bi zahmet" diyebilecek gönüllüler bulundu. kazasız belasız gidiş dönüşler temennimiz.
deplasman gençleri sakallarını uzatıp "izmir yolcusu kalmasın" anonsunu bekleyecekler. hareket saati geldiğinde o limandan, sevinçli bir ordu beklenecek akabinde akdeniz civarından.

dönüşte bir iki satır gelir kendilerinden. takip edin burayı!

şimdilik:
akdenizden kupayı kapmadan gelmeyin!
yolculukta akıllı uslu durun!
haydi bakalım...
yolunuz açık, gazanız mübarek olsun...

Arma Aşkına Saldır Beşiktaş!


Çelik Pençeli Kartallarımız dün yine kazanmasını bildi ama biz tribünde kaybediyoruz. Taraftar namına bir elin parmakları kadardık. Her branşta Beşiktaş denir ya hani bir avuç arma aşkına heryerde olanlar hariç genelde büyük maçlar dışında kimseler olmuyor. Dün işte futbol maçı öncesi semtte toplananlar için dikilitaş yokuşunu çıkmak mı zor geldi acaba... Bir elin parmakları kadardık. Takımımız başta zorlandı çok önemli bir maçtı neyseki bir kaza olmadan kazanmayı başardık. Beşiktaş:67 Cadbury Kent Engelli Yıldızlar:53

Akşam ise iki güzel haber dahada mutlu etti bizi hentbol takımımız piyangoyu deplasmanda 33-30 yenerek durumu 3-0 yaparak şampiyonluk yolunda son engele geldiğimizi haber veriyordu.
Milli Piyango:30 Beşiktaş:33 Birde üstüne 4-1'lik ankaraspor galibiyeti ve Sivasın'ın belediyespora kaybetmesiyle lider olmanın sevinci eklenince bundan daha güzel bir cumartesi olamazdı heralde. Ankaraspor:1 Beşiktaş:4


Pazar tam bir tatil günü oldu, tüm annelerimizin anneler gününü kutlarız!
Bekle izmir yine kupayı almaya geliyoruz!

İzmir'in dağlarında çiçekler açar...








Ölümsüz olmak...


Hentbolda sahadakiler yüreğini ortaya koydu ve kazandılar, aylardır paralarını alamasalarda takır takır oynuyorlar. Futbolcularımız ise tam tersi bir durum içinde takır takır paralarını alıyorlar. Biraz Şeref'li tarihe baksalar an içinde hentbol takımının bir maçını izleseler biraz onlara özenseler heralde şuanda şampiyonluğu kutluyor olurduk.

Hentbol takımımız dünkü maçıda aldı ama çarşamba maça gelebilenler bile iş, okul, üst solunum yolları filan derken iptal olunca salon bomboş kaldı. Şimdi hentbol için pusulamız ankarayı gösteriyor. Bir maç daha alırsak finaldeyiz. Rakibimiz ise şuan için net değil. İzmir-Mersin serisinde durum 1-1. Ama saha avantajı Mersin'de, İzmir'in sahasında maç kazanmayı başardılar.

Çelip Pençeli Kartallarımız yarın eski SSK takımı olan Cadbury Kent Engelli Yıldızlar'ı ağırlayacak. Akşamda futbol maçımız var, mutlu bir cumartesi olması dileğiyle...

Hentbol: Beşiktaş:27 piyango:26 (seri:1-0)

Play-Off maçlarının ilkinde zorda olsa kazanmayı başardık. Maç baştan sona kafa kafaya gitti... Maliye Milli Piyango (bir ankara takımıdır izmir değil) karşısında 27-26 kazanmayı başardık. Maç hafta içi oynanıyor diyebiliriz ancak uygun sayılabilecek bir saatteydi. En azından isteyenin koştura koştura maça yetişebileceğini test etmiş olduk. Az sayıda taraftar olmasına karşın avrupa kupası maçlarındaki gibi olan borazanlar rakip topu aldığında kulakları sağır edercesine Seba'nın duvarlarında yankılandı durdu. Tribün olarak etkin kısım buydu diyebiliriz.
Bir not: ülkemiz hakemleri yüksek bir yerden sarkmama konusuna önem gösterip bu tehlike arz eden duruma karşı önlem almak için maçı bile durdurdular. Resmen Avrupa Kupasında maç yöneten hakemlere örnek (!) teşkil eden duyalı bir davranıştı. Kornalara nasıl izin veriyorlarbilinmez ama aslında bu rezil durum ise bu gürültü kirliliğine sebep olmanın yanında salondaki yüksek ses duyma bozukluklarına yol açabilir... mazallah!

Seride durum 1-0 darısı bugünün de başına diyerekten inancımızı taze tutup tekrar ediyoruz...
Zafer Bizim Olacak!








HAVA: Süzülen Bir Sevda...

Sümüklü bebe zamanlarımızdan kalma eski bir alışkanlığımızın adıdır Beşiktaş.

Jimnastik kulübü eklemesini çok da kullanmayız esasında, onun adı Beşiktaş'tır, 3 hece ve 8 harf...

bazılarımız şanslı doğar, konuşmayı bilmezken maçlara gider babasının sırtında, eski zamanın, deplasmanın deplasman olduğu, derbinin manasını bilenler vardır. Heyhat! Şimdiki derbiler sadece bir mastürbasyon bir yerde?

Madem şansı tartışıyoruz, bazılarımız onlar kadar olmasa da, sonradan ikamet edecek olanakları edinirler, istanbul'a gelip, haydarpaşada bir simit yerler, akabinde bir vapurla beşiktaş'a geçerler.

Beşiktaş dediğimiz olgu en fazla maçlarda yaşanıyor, bir de ayazı yediğin zamanlarda. Ne demişler: “istanbul'un havasına, parasına, karısına güven olmaz!” bu laftaki 'hava' beşiktaş'tır, ve 3 büyükler bu özlü sözde sıralanmışlardır. Nankör hava, nankör ve insanı rezil eden para, ve nankör kadın...

2003 senesiydi şu şehre anadolu'dan gelişim, yakın zamanlarda da tilki misali inimize döneriz ancak, tam nokta atış yapıp 100. yılı bulmuştum. Üsküdar'da köhne bir eve kapağı atınca derdim tasam beşiktaş'ı görmekti. Ancak o da ne? Beşiktaş sadece iki heykel miydi yani? Nereden bilelim insanların gündelik hayatta ısrarla forma giymediklerini? Ancak balık pazarı bile yeterdi ilk gelen için semt'i anlamaya...

Maçlar başladı derken. Çömezlik zamanlarımız, ne tezahurat biliriz, ne yer biliriz, ne derbi öncesi gişede beklemek gerektiğini, ne de kombine'nin aslında fazlasıyla faydalı bir icat olduğunu. Hepsi bir yana, şimdi aklımızda kalan bir şampiyonluk rüyası var, isteyen istediğini sorgulasın, al kan rengi formam bana o seneden yadigar...

Seneler geçtikçe derin uykuların dehlizleri haşerat yüklü rüyalarından kan ter içinde uyandık. Her sene aynı masallara kandık, yüzümüze soğuk su çarpılınca kör kütük sarhoş döşeklerde, kıpkırmızı gözlerimizi gizlice açtık. Evvelinde sıkıcı yumduğumuz o gözler başka mevsimlerin başka yalanlarına kanmak için, yeni aldanışlara inanmak için yine kapanacaktı... biz bu yalancı baharlar için çok bir saftık. Dünyaya küresel bir ısınma çökmüş, asitler gökten yağar olmuş, biz saf sular aradık...

üsküdardan maç günleri bindiğimiz vapurlar iskeleye yanaşırken tarifi zor tedirginlikler tattık. Dolmabahçenin o ağaçlı yolunda bir ürperti yaşadık. Ve geri dönüş yollarında kimi zaman çocuklar gibi şendik bin atımız olmasa da, kimi zaman dokunsalar ağlayacaktık... çok dokundular gerçi, biz hiç ağlamadık...

nefesimizi derince içimize çekince canımız yandı, yine işin gizemini çözemedik... o an anladık, istanbul'un havasına sevdalıydık... 3 heceye sığdırdık, 8 harfle yaşadık... ya “siyah ulan!” dedik, ya da denileni “beyaz ulan!” diye cevapladık... çok nefes çektik içimize, çok canımız yandı, ama biz bu havaya muhtaçlıktan kurtulamadık...

yalandı belki bu hava, sahteydi belki düşler, ve bir kuklaydık şu cihanda, ama yine de f.d. Deyişiyle:

“bana biraz yalan söyle bu gece; ihtiyacım var!”
biz kartaldan yalanlar istedik.
Biz ona hiç mi yalan söylemedik?

Sevinmek için sevmedik dedik de neden 1in 3ün çeterisini tuttuk? Neden kader maçlarında tribünler boşken zevzekler sardı her yanımızı sahadaki güzel oyunlardan sonra? Neden halen futbol tribünleri tıklım tıklım doluyken, diğer branşların herbiri bu sevdanın kara tuzağı?

Esasında yalanları biz söylemedik! Biz yalanlara muhtaçtık, ciğerlerimize dolan havanın kudretiyle başımız döndü, yanında bir ufak da yalan açtık, suyla karışık, buz atıp, yuvarladık... hep yalanları dinledik, kimi zaman gücendik, kimi zaman kırıldık, ama yürümekle yolları aşındıramadığımız için dolmabahçenin ağaçlı yolundan vazgeçemedik...

sahtekarlar istediği yerde kalsın, güvenmememiz gerektiği binlerce defa söylense de ciğerlerimizde o hava olmadan yapamayız!

Şampiyonlukmuş, paran mı var da heves edersin? gönülmüş meşkmiş, muhitinde karı kız mı var da heves edersin? Senin bir başıboş ciğerlerin var, bir de salacandan tutulmasını beklediğin öğle ezanı sonraların. Ciğerlerinden aldığın nefese onun adını vermişsin, ona muhtaçsın, ona sadıksın, onsuz yapamazsın? O zaman neden bu sahte hevesler, bir de izah edin bana, kim kandırıyor bizleri?

Sümüklü bebe zamanlarımızdan kalma eski bir alışkanlığımızın adıdır Beşiktaş.

Ana karnında çıkınca ciğerlerimize çektiğimiz havadır! Biz ilk ağlamamızı kıçımıza yediğimiz tokattan ötürü değil, ciğerlerimizdeki feci acıdan dolayı yaşadık ve o ağlama, o ilk ağlamaya anlam verebildiğimiz için kundağımızdan beri içimize çektiğimiz her nefesin adıydı o, beşiktaş'tı o!

Şimdi birkaç dakika nefessiz kalında gözlerimiz kararıyor diye, akabinde bembeyaz bir ışık görünüyor diye mi vazgeçeceğiz beşiktaş'tan, aldığımız soluktan? Yalanların zamanı değil şimdi, gerçek tutkuların zamanı...

Sümüklü bebe zamanlarımızdan kalma eski bir alışkanlığımızın adıdır Beşiktaş.

öyle kolay değil sümüklü adama yaşamak, yalanlar var dolanlar var, sahte yüzler ve maskeler var, ölümlerle kalımlar, savaşlarla barışlar, çiçeklerle diblerindeki gübreler...

Kirli bu dünya!
Ama ciğerlerimdeki hava yetiyor yaşamaya... doluyor, damarlarımda akıp, haydarpaşada yediğim simitle karışıyor...
Sonrası mı?
Herşey bok oluyor!

Nostaljik

sonra birgün o boynuna sıkıca bağlanan, anlam veremediği derecede babasınca sevilen şeyin, el emeği göz nuru en nihayetinde, yeniden hayatına girdiğini görmüş. o gün uzunca düşünceler içerisinde boğulup gitmiş çocuk...

soğuk bir gün, hani karış hesabı kardan bahsedilir tabirlerde, işte tam da o misal... çok kişi bilmez karın ne denli ayaza gebe olduğunu ve kar yağdı mı çocukların boğazlarından yutkunmalarının ne denli zor olduğunu. düğüm düğüm derler hani boğaz, içten değil dıştan sıkı bir düğüm tam da enseye isabet eder. hele de gözlüğü varsa veledin, burnundan verdiği her soluk nasıl da buğu yapar camlarında gözlüğünün. nefes alamaz çocuk, göremez, hele bir de kulakları da düğümlendiyse duyamaz. ayaklarında postallar, asker sanar çocuk kendini onları giydiyse... nefessiz, işitemez, göremez bir çocuk. isyanı var belki ama kimin umrunda. çıksın koşar adım apartmandan sokağa. arkasından koşan kişi bacakları upuzun babası... koltuğa oturduğunda ayakları yere bile değer ki babasının. çocuk koşsun, karları ayakkabısının burnuyla havalandırsın... yakalar onu babası elbet, hemen boğazına bir düğüm vurur! elbet kastı üşümesin diye çocuk, ama anlamaz bunu çocuk. elleriyle savaşır, düğümleri kırar, derin bir nefes alır ki gözlüğündeki buğunun çözülmesi de bu ana denk gelir. kavradı mı düğümü çalar yere! buzların ve karışla karların hakimidir çocuk! kızar babası çocuğa... yine anlamaz çocuk... üzülmez de sanki hafif burkulma hafif kızma, işte tam ikisinden eşit derecede, öyle de tarifi zor bir his...

biraz siyah, biraz beyaz... azıcık siyah, aynı azlıkta beyaz... yanyana defalarca sıralanmışlar ardışık ve tertipli. el örgüsü değil, iş bu sebebten ötürüdür ki dokunmalık değil, bakmalık daha çok. tablo gibi... bir gün, bir gün, bir çocuk; nasıl da hevesle nasıl da heyecanla, görmüş de almış hemen... eve de gitmiş, buğu yokmuş gözlüğünde bu defa...

annesi örmüş çocuğun, hem babasına çocuğun, hem kendisine çocuğun... ilmikleri küçük tutmuş bilerek. babasındakiyle aynı hatlar, aynı renkler, aynı düzendeler; ama birisi ensesinden böğürüne düşürme hakkına sahipken, diğerininki sıkıca bağlanıyor ensesinden. hele bağlayan dikkatsizse gözlüğünü de gözünü de kapatıyor kimi zaman. her seferinde üstelik, nasıl da çileden çıkarır çocuğu, verdiği her nefes gözlerini tıkıyor! zaten kış, zaten gözleri sulanıyor. hem sulu hem görmez, deyin hele, ne işe yararlar o halde?

arkadan bağlamak istemiş, sonuçta babasınınki gibi olabilmiş boynundaki ve düğümsüz. ama düğüm peki, hani ensedeki? hani burnunu kapatırdı, hani nefes verirken gözlüğünde buğu yapardı?

dönmüş zaman içinde yeniden geriye, üşümüş o an çocuk... avcunu sıkmış önce, yine denemiş ama hemen vazgeçmeyip... olmamış, buğulanmamış? tam ensesindeki düğüme hiddetle girişecekken aklına gelmiş o yarım burkulma yarım kızma hissi, babası gelmiş aklına, nazikçe omuzlarından düşürmüş atkısını çocuk iki yakasından aşağı...

nostaljik hani o atkı, sormasınlar diye anlattım bunları ben! neymiş nostaljisi diye sormasınlar istedim ben...

üşüyorum ki ben? hey! sen! çocuk! gelip arkamdan bağlar mısın bu atkıyı rica etsem?... ama sıkıca olmalı düğüm, boğazımı sıkmalı; ve ne zaman soluğumu versem, gözlüğümün camları buğulanmalı! anlatabildim mi? evet böyle... çok teşekkür ederim...

Yangın Feryadı

Hani siyahla beyazı ayıran çizgi vardır ya tam da onun yanındayım, uzansam ulaşırım belki beyaza ama engelliyor bir şeyler beni, elimi bile kaldıramıyorum. Üstelik yardım edecek kimseler de yok etrafta. Onlar da gömülmüşler siyahın zindanına. Bağırıyorum olanca gücümle ama nafile bu çığlıklar, yankısı bile gelmiyor geri, öylesine yalnız öylesine çaresiz çığlıklarım. Zaman akıp gittikçe karanlık daha da sıkı sarıp sarmalıyor ve daha da çok acıtıyor bu sevda. Karşı koymam gerektiğini biliyorum çünkü ve susmamam gerektiğini de… Damarlarımda dolaşan bu asiliğin de farkındayım… Ve tüm bunlara rağmen bana itaat etmem gerektiği söyleniliyor; itaat et ki zarar gelmesin Beşiktaş’a!

Oysa biz siyah ve beyazın çocukları olarak hiçbir zaman gri barındırmadık, ya siyahtık ya beyaz; ya ölümdük ya yaşam. Ve şimdi bana kalkmış diyorlar ki, sus belli etme rengini. Tüm inandığım değerlerimi yıkmaya çalışıyorlar ve bana yeni çerçeveler sunuyorlar, yepyeni görünen. Allayıp pullamışlar bu çerçeveyi… Ve yine allanıp pullanmış yazılarıyla dayatıyorlar kendi istediklerini. Oysa bilmiyorlar, belki de bilmek istemiyorlar, allanıp pullanmış her şeye karşıyız, biz mütevazılığı severiz baba hakkının, şeref beyin torunları olarak. Bu şaşaalı sözler sadece ardındaki kötülükleri saklamak için bir makyaj, bir maske. Ve o maske düştüğünde, tüm rezaletleri saklamak için kat be kat yaptıkları makyaj da olanları gizlemeye yetmeyecek. İşte o zaman gerçekten de anlaşılacak neler olduğu, nasıl kandırılmaya çalışıldığımız ve neleri görmezden geldiğimiz Beşiktaş uğruna.

Ve benden sükûnetimi devam ettirmemi istiyorlar. stadın dört bir yanı baz istasyonlarıyla çevriliyken, birileri bizi kanser etmeye bu derece büyük yemin etmişken, özkaynak arada kaynayıp gitmişken, pankartlar sorgusuz sualsiz sökülürken, fulya projesi birilerine peşkeş çekilmişken, bizleri taraftar kimliğinden çıkarıp seyirci kıyafetine sokmaya çalışırlarken, futbol takımı gelip giden futbolcularla, hocalarla yol geçen hanına dönmüşken, basketbol, voleybol ve bilumum diğer branş takımları parasızlıkla, ilgisizlikle yerle yeksan edilmişken; yani armaya gereken değer verilmezken… Medya maymunları, federasyonlar hepsi bize karşıyken ve bu durumda bile ısrarla basiretsiz kalınırken, içimdeki isyanı artık kontrol altında tutamazken, buna rağmen tribünler suskunken ve stattan yükselen tek yönetim karşıtı slogan bile alttan alttan bu yönetimden başka çaremiz olmadığını, onların ‘tek çare’ olduğunu dile getirirken ve gerçek protestolar susturulmaya çalışılırken... Profesyonellik kisvesi altına saklanarak, ‘beşiktaşın ve Beşiktaşlının’ ne demek olduğunu bilmeyen futbolcular alınırken… gündem değiştirmek için yeni yeni düşmanlar hedef gösterilirken..İşte tüm bunlar olurken bizden susmamızı istiyorlar! ve ben buna tahammül edemiyorum, hiçbir şey olmamış gibi davranamıyorum, üç maymundan değil üçü birden, herhangi bir tanesi olmaya bile niyetim yok!.
bazılarınıza göre ‘yersiz’ , bazılarınıza göre ‘baştan sona saçma’… ‘beşiktaş düşmanlığı’ ile suçlanıyor da olabilirim kimileriniz tarafından, öyle ya ‘birlik(!) olmaya’ en çok ihtiyaç duyduğumuz günlerdeyiz, üstelik birden parlayıp böyle bir yazı yazacak elle tutulur gözle görülür sebepler(!) de yok… bana göre öyle değil ama şu an şu dakika bile beşiktaşımızı mahvetmeye yönelik bir adım atıldığını düşünüyorum ve bu düşünce beni çileden çıkarıyor gün geçtikçe…

ne de güzel dile getirmiş nazım usta:
".............
sen yanmasan
ben yanmasam
biz yanmasak
nasıl çıkar
karanlıklar aydınlığa!
........."

Sonra Kuşlar da Gider...

Deniz bir kere bu şehrin marifetlerine tanık olan, siz istediğinizi atın ona, istediğinizi çekin alın ondan, marifetlere tanıklık eden yine deniz, yine umman... Yavaş yavaş denizlere çıkmıyor artık sokaklar, ve gün doğumunda uyku tadı oluyor yataklarda. Deniz kokusu ağır bir curcunayla bütünleşip martı seslerini çalınca, dalgalanan bayrağın gölgesinin oluşmasını beklemeyen Birkaç aceleci kaçıveriyor ruhtımdan. Ne gemiler yanaştı rıhtıma, ne vapurlardan atladı sürme iskeleyi bekleyemeyen telaşlılar ve doklara ne yükler bindi bu rıhtımdan. Giden gitti elbet, kalan sağ'lar kimindi? Panik dolmuşken yüreklere, ceketini omuzlarına atan beyaz saçlı, esmer delikanlı, çekip altına iskemleyi, ne yorgun yelkenler bekledi. Şimdi birazcığın telaşla kaçması mı yıkacak iskemleyi? Ve deniz kokusunun yerini pus mu alacak sanki?

Koşmak lazım beklerken! Sokaklardan koşar adım inen küçük çocuk, avazı çıktığı kadar bağırsa bile, duyan yine duyar, kulakları tıkalı olanlar yine kaçar; küçük çocuğun sesi değil, rıhtıma gelecek olan umuttur bekleten. Bayrağın gölgesi yavaştan belirince o zaman huzur çökecek, ve ağlamanın zamanı o vakit gelecek. Evvelinde, keder, gam, yakışmaz ki delikanlıya sevinçten ağlamak varken?... Gözyaşlarımızın bittiğini sanan mı var, yahut deniz kokusunun sokaklardan yürüyüp de içlere dolduğunu unutan mı var?

Unutmadık! Unutmayacağız! Öfke dolu dalgalar suratımızı hiç etse bile, bütün yüzsüzlüğümüzle bekleyeceğiz ki, bir gün gelecek umut ettiğimiz şeyler.

İsteyen çeker gider! İsteyen görmezden gelir bekleyişleri, isteyen gürültülere boğar şehri, isteyen karşı kıyıya özenir. Altımızda bir iskemle varken, ve henüz kaydırılıp da tüm yükümüz sicime abandırılmamışken; bayrağın gölgesi her sabah bizi altına alıyorken; deniz çok feci kokuyorken; sokaklardan şenlikli bir çocuk ordusu akın akın geliyorken; serde de delikanlılık varken... Bırakılır mı hiç rıhtım?

Gelen gemileri özledik esasında, içimize yolculuklar düştü, yolları aşındıranlara sarılmak istedik, bir de yırtılmış yelkenlere bir ilmek de biz atalım dedik. Hayaller peşinde gezinen iskemle üstü kuşlar olduk, tünedik kaldık.

Yüzümüze vuran güneş terimizi aldı, serince esen yel uzaklardan selam getirdi. Ahh! O koku! Bizi hayata bağladı...

Diyorlar ki iskemleni alalım, patron koltuklarıyla rıhtımı kapatalım? Diyorlar ki, gemiyi biraz daha bekle, dalgalardan yorgun düşmüş de yol üstü bir tershanede dinlenecekmiş! Diyorlar ki, kuşlar yorulmuş biraz, sen de kon bir dala da yorulma! Diyorlar ki, koşan çocuk düşmüş yere, dizleri kanamış! Diyorlar ki bekleme boşa, haydi kuzum, başka bahara...

İskemleyi çekmek, üzerindekinin aynısından ister! Bizim köyde de göte göt derler? Gemi tershaneye uğradıysa, ayıp etmiş! Biz vefamızı parlayan bir gemiye değil, yıpranmış iskelesini sancağını öpeceğimiz kıdemliye gösterelim dedik! Giden kuşlar az ötede, denizin tam da üstünde duracaklar, bakacaklar da olmayacak, geri gelip bu rıhtıma konacaklar! Çocuk kalkar ayağa, düşmek dediğin kalkmayı bellemek için var! Bize de her gün bahar...

Ağlayacağız, hüngür hüngür! Boğazımız yırtılınca deniz havası çekip yine haykıracağız: “üzerimden eksilmesin bayrağımın gölgesi!” Ama evvela, “kötü günde omuz omuza” olmayı becermek gerekir...

Kaldı ki biz şahit olacağız zaferlere, biz sadece bekleyeceğiz, kendimizi hırpalayacağız. Ama yine de umutlacağız... Denizin işine gelecek, yakın şenlikler, inandığımız güzellikler...

Zaten deniz değil mi marifetlere tanıklık eden, o umman?... Çekin alın istediğinizi ondan, atın istediğinizi ona... Bu şehrin marifetlerine tanık olan denizdir bir defa!

Sonra kuşlar da gider yosun bağlayan kanatlarıyla deniz kokusunu her sokağa salarak... Ancak unutmasın kimse, o bayrak, o gölge kalacak orada; başı boş iskemleler, ve beşiktaş rıhtımında hep beklenen gemiler...