Gölgesizm

yakın zaman sonra, şurada birkaç ayımız kalmış, ve şimdinin çok daha evvelinden riskleri olasılıkları ve olmazları dillere pelesenk olmuş bir beşiktaş kongresi şafağında soruyorum kendime:
"ben kimim?"
elbet bir melodiye radyoda rastlayınca aklıma geldi bu soru, kim olduğumu, ne işe yaradığımı ve neden bu denklem içerisindeki en küçük bilinmeyen olduğumu sorgulama hakkım kendimde mahfuz.
gündelik hayata dair olmasa bile gündelik hayatın içerisinde yer almış bir sevgiye dair teoriler üretmek mümkün. hasbelkader şu "çok kişili" yazı tabanımız olan blogda birçok defa bahsettim neden niye nasıl diye sorguladım da sorguladım. neye mi vardım? hiçmiş... miymiş?...
kimileri dedim nefretten sevdiler, kimisi bir çıkar yol buldu kendine, kimilerine öyle emredildi, kimileri rol modellerine yanaştılar, kimisi de öylesine bir bilinmeyene... ama elbet herkes, hepimiz bir "yakın" taraf bulduğumuz için bir siyah bir beyaz diyebildik.
sadece tezahuratlarda geçebileceği sanılan "beşiktaşı daha çok sevdin benden, bitti gitti dersin soran olursa" repliğini gerçek hayatlarında sevdiceklerinden işitenler oldu. hayatından aşklarından uğraşlarından ve hedeflerinden vazgeçenler oldu. ailelerini bir kenara koyanlar mı dersin, sevdiği kıza yüz döküp beşiktaşa kederlenenler mi... aşk değildi bu, sevgi de; bildiğin delilik! anlatılamaz ki...
bu yolda dönenler oldu, mum gibi sönenler oldu; yar göğsüne baş koymadan vurulup düşenler oldu.
yani, demem o ki, yorulsa da bildiğinden vazgeçmeyecek adamın işi değil beşiktaş. yılmadan, gülemeden, göremeden, bilemeden yitip gitmeye razı gelmeyenlerin işi değil bu aşk. zor... feridun düzağaç'ın yazısında dediği gibi: "ah beşiktaş! kalbimde parmak izin var..." en saklı gizli kuytu yarasına, şu hani dosta göstermeye çekindiğin bir yaraya, adını yazanların uğraşı bu beşiktaş. parmak izini taşıyamayacak olanlara göre değil bu delilik... vazgeçin kuzum eğer bir diş ağrısına bile tahammülünüz yoksa, çok geç olmadan dönün bu yoldan ve rengarenk aşklara geçin. bir insanı sevin, ailenizi bilin, hayaller kurup onları gerçekleştirin... yoksa çok geç olur, aha da böyle kalpte bir parmak iziyle mühürlenirsiniz. sonra dönip sormaya mecaliniz kalmaz "neden?" diye.
her sevda sonrası sorulur bu, "neden bu kadar sevdim ki..." diye. herkes gibi olacaksa beşiktaş, her sevdayla bir tutulacaksa beşiktaş, ölümle yaşam gibi ayırılacaksa siyah ve beyaz, çok da bulaşmamak lazım. akıllı uslu bir yaşam gibisi mi var?
gün gelir sorarsın sonra, "neden" diye. cevabını vermeye çekinirsin.
sen kimsin?
mesai gibi zorunluluktan edindiğin tek hobin olur bu, sevdiğin tek uğraşın. her allah'ın günü koşturursun oradan oraya. tinerin içinde kafan bulanır, tenine değmesine çekineceğin pankarta teninin altından birşeyleri feda edersin. kovalarsın savaşırsın, sırf biraz sesin duyulsun diye, sırf biraz daha yüksek çıksın sesin diye.
kıskanırsın, ayak altına dolanırsın.
cebinde bir lokmalık paran dahi yokken dilenmeyi, muhtaç duruma düşmeyi, borçlanmayı düşünürsün. yol için, bilet için, bazen rengi ve deseni olmayan atkılar formalar için zamanı geldiğinde önemsemeyeceğin paranın derdine düşersin.
azar işitirsin, ikinci sınıf insan muamelesi görürsün. kanunlar karşısında suçlu düşersin, temiz olsan bile kirlenirsin. resmin düşer istihbarat ağlarına, sicilinde lekeler oluşur. tuzakları yersin, çukurlara girersin, kapanlarda uzuvlarını yitirirsin. hakettiğin sanılır, oysa ki masummuşsun, anlatamazsın, izah edemezsin. düzen senin dışında işler, işler sen yokken çok daha tıkırındadır. istenmezsin, sevilmezsin.
hani mahallenin afacanları olur, kendi dertlerinde kendi hallerinde. sokağın başında otururlar, şehrin zaptiyesi havasındadırlar. saygıları çoktur, mahallenin tamamını severler sayarlar. oyunları vardır oynarlar. zararları da bir kendilerinedir. ürkütmezler kimseyi ama bir gün bir yasal zincir elemanı gelir ve bunları saçlarından sürükleyerek taşır uzaklara. sen de günü gelince, işte o uzaklara saçlarından sürünerek götürüleceksin ey kanun dışı ve istenmeyen birey.
tehdit altındasındır sürekli. tedirgin bir halin olmalıdır ama belli etmemelisindir. güç yürekten gelmelidir, yüreğinde parmak izi varken beşiktaşın, olmaz güçsüz kalmak. sitem etsen fayda etmez, düzeltemezsin. sen birilerinin, yine kanun dışı ve sevilmeyen kişilerin düşmanısındır.
insanlar görürsün tanırsın, her biri ayrı renk, her biri tek renk. bu insanlar derinlerini saklar ve sen biraz dibe kulaç atınca okkalı tokatlar yersin. herkes güvenilirdir ama o herkes içinden kendin de dahil 9 kişi bulursan senden alası yoktur.
yitip gidenleri görürsün, üzüldüğün çok şey olur, hayat bazen sana zindan olur.
ağlayamazsın, düşemezsin, kaçamazsın, korkamazsın, sinirlensen bile bunu dışa vuramazsın. gözünden akan her damlan içine düşer. ve taş yerinde ağırdır, gözyaşı derinlerde...
şimdi kocaman adam oldular, kimisi cerrah oldu kimisi ünlü birer doktor; eskiden maziden dostlar arkadaşlar, bazen kardeş bazen abiler ablalar. hepsine anlattığım hikayede bir genel cerrahın konuşması geçerdi: "gecen olmaz gündüzün de, ailen olmaz, huzurun olmaz, paran olmaz, dostun olmaz vs vs.. ama hastanın ağzından çıkan bir "allah razı olsun" sözü yok mu, işte herşeye değer..."
bir işte, bir meslekte, yani emek sarfedilen herhangi birşeyde, hiçkimse hiçkimseye emeğin karşılığının olacağını vaadetmez. ama kişiler bu emekleri elbet de bir karşılık için sarfederler. buradan çıkaracağımız sonuç bu.
peki yazı içerisinde saydıklarımı da uyarlarsak hocamızdan bu alıntıya, bizim emeklerimize bedel ne? neyi bekleyerek gösteriyoruz bu mücadeleyi ve emeklerimizin karşılığı ne olsun istiyoruz?
başarı mı, şampiyonluk mu, zenginlik mi, ne? ama ne? ne bekliyoruz da savaşıyoruz, ikinci sınıf insan muamelesi görüp işkence çekiyoruz?
masum bir beşiktaşın hayali bizdeki, ve bunu istiyoruz aslında. tertemiz, gururlu, güvenli. yenilir bazen, devrilir bazen, dara düşer bazen; ama biz beşiktaşta hüzünlü ve masum bir çocuk istiyoruz. bir dünya bırakılsın istiyoruz o çocuğa, kirlenmiş olmasın gözyaşlarıyla; bir dünya bırakılsın istiyoruz o kartala, göklerde yer açılsın istiyoruz kanatlarına. özgür, hür bir beşiktaş hayalimiz. sadece beşiktaş, her yönüyle beşiktaş...
biz, bunu isterken, talep ederken, ve mücadeleleri bu hevesle gerçekleştirirken, emeklerimizi ne sıfatla sergiliyoruz? biz kimiz?
ben kimim?
geçimsiziz, kimsesisiz, çaresiziz, tehdidiz, sevimsiziz...
yahu, biz nasıl da büyük bir pislikmişiz? lanet olsun bize?
biz ayağına çelme takıyormuşuz beşiktaşın, tribün değilmiş tepkinin mekanı kongreymiş, biz severken öldürüyormuşuz...
de gedin hele!
mekan denilen bahçe, yaban otlarına gömülmüş; 13.000den fazla aidat kongreden önce son düzlükte hesaba dahil edilmiş, oyların adresleri belli, rol dağılımları belli, sebeblerle sonuçlar belli; ve çoğunluğu sesi katliam ama sergilenen demokrasi tiyatrosu aslolan öyle mi? beşiktaşlı olmayanların beşiktaş başkanı seçtiğinden haberimiz mi yok?
en çok koyan da taraftarı salak yerine koymak. borcu varmış, neden acaba?
yönetim basiretsiz diyoruz, bizim ismimizi kimliğimizi sağa sola sorarak mı basiret kazanıyor bu yönetim? hayır! yazacağımız varsa da öveceğimiz varsa da öyle mide bulandırıyorsunuz ki vazgeçiyoruz (plaj voleybolu takımıyla ilgili tebriklerimi bülent deriş'e azimle sunmama sebebim kendisinin menajerler ve tribünden isimler aracılığıyla beni, isim soyisim ve nickname olarak sorduruyor olmasıdır)
gazetelerde sayfa sayfa haberler, tribün yanlış yapmış, tribün kongre değilmiş, etkilememeliymiş, yeri zamanı değilmiş!
susan namerttir!
sen tribüne ikinci sınıf insan muamelesi yap, beşiktaşlının değil de aidatını bizzat yatırdığın lokanta ve bardaki dostlarının vereceği oylarla seçimini yap, ondan sonra atatürk'ün takımıymış, demokrasiymiş...
sen tribüne sırtını dön, kalk külhanbeyliği yap, az bir eleştirince emrinde çalışanlar aracılığıyla gbt sorgulaması benzeri birşey yap, tehditler savur salyalarını toparlayama, ondan sonra da onlar kimmiş deyip paşamız ol? oh ne ala memleket...
sen halk iradesi yerine kendi kurduğun bir genel kurul oluşturup kendini sürekli seçtirme mastürbasyonu yaparken bizim gönül verip veremlerin eşiğinde çile çektiğimiz beşiktaşın malını da namını da har vur harman saç, sonra bir köşede "ama neden beni sevmiyorlar" diyerek ağla. ay acıdım sana!
sen soy soğana çevir, kaprislerin yüzünden gizlediğin iflasları halı altına geçir, ört örtüle bir şekilde, anteplerde aklansın yüzünün nuru, ondan sonra da vay efendim camiada muhalefetin yokmuş, karşına kimse çıkmadığına göre doğru yoldaymışsın, azınlığın sesini niye dinleyesiymişsin. nasıl bir batağa soktuysan, sen orada boğulurken bizim canımızı sevdamızı oradan çıkarmaya gücü yetecek bir delikanlı çıkamıyor meydana... kendi eserinin içerisinde boğuluyorsun.
ve sor soruştur, ben kimim...
kim miyim?
bak, yazıyı başlatan şarkıda gizliyim:

az miyim çok muyum, var miyim yok muyum; ben neyim; masal miyim gerçek miyim?
kaç miyim göç müyüm, hiç miyim suç muyum; ben kimim; ibret miyim cinnet miyim?
hiçlikler içinde kanayan yürek, yokluklar içinde savaşan beden, boşluklar içinde karişan zihin, güçlükler içinde değil miyim?
yoksa… yoksa….
her ihanete akil erdiren, her cehalete kilif uyduran, her esarete fiyat biçtiren, sen değil de ben miyim?
geçimsizim bu günlerde, kimsesizim bu yerlerde, değersizim bu ellerde, çaresizim doğduğum yerde... gölgesizim her gün her yerde...
ses miyim sus muyum, sis miyim pus muyum; ben neyim; deha miyim heba miyim?
ak miyim pak miyim, al miyim sat miyim; ben kimim; yarar miyim ziyan miyim?
yalanlar içinde doğruyu bulan, cayanlar içinde sözünde duran, satanlar içinde ayak direyen, yananlar içinde değil miyim?
her adalete duvar ördüren, her cesarete kilit vurduran, her asalete boyun eğdiren, sen değil de ben miyim?

şimdi ara beni gölgesi olmayan siyahlarda, kimsesi olmayan beyazlarda, kılıcınla devirdiğin kalemlerde, saltanatına yelken açtığın denizlerde...
diyemem ezilmem, diyemem yenilmem, diyemem tamam, diyemem eyvallah... ne dümen ne tuzak ne pusu bu, nasıl da kurulu... bastığım yer kan dolu, ayak izlerim kayıp...
ben kimim? gölgesizim...
yola çık, yollardayım, çaresizim...
ama aradan seneler geçince kendi kurduğun tiyatronun sahnesine bak, dağıttığın replikleri ezberlediği halde bildiğini okuyan, sana ve düzenine boyun eğmeyen yine benim. bekle, sadece bekle...

ps: bu yazı yeni bir felsefi ve tekil hareketin başlangıcıdır: gölgesizm

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder