Doğruları Unutmak

Seneler sonra maç yazısı yazmak, o yazının böyle bir maça denk gelmesi talih mi, yoksa benim uğursuzluğum mu bilinmez. Lakin yazılacak o kadar şey varken hepsinin özüne odaklanabilmek yapılabilecek en iyi yöntem olabilir.
Ligi Trabzon maçıyla açan Beşiktaş'ta bu sene işler değişmişti. Zaten ilk 4 hafta oynanan oyunla taraftar takımı değil, takım taraftarı ayağa kaldırdı. Gelinen en son nokta resmi rakamla 76.127, gayri resmi rakamlarla 90.000 civarında Türkiye tarihinin en kalabalık maçının olmasıydı. ''Nerede çokluk, orada bokluk'' derler ya, bizim ki aynı o misal. Maça ilk kez geleni, Gezi'de Beşiktaş'ı değil, Çarşı'yı öğrenip yolunu stada çevirenleri, her zaman semtte gördüğün adamı ve Maraş'tan, Ankara'dan, yurt dışından geleni... Hal böyle olunca tribünde bir garip oldu, sahaya çıkan takım da afalladı.

Maça ne kadar tribün damga vursa da, ortada 90 dakikalık bir Beşiktaş var. Geride bıraktığı 360 dakikada, son 10 yılın en güzel futbolunu oynayan, saha içinde ve saha kenarında oyun aklını görebildiğin bir takımdı Beşiktaş. Bütün maç, önde basan ve kaptığı toplarla gol yollarında etkili olan Beşiktaş, derbinin havasından suyundan mı, yoksa fabrika ayarlarına geri dönüş yaşadı mı bilinmez geçen sene dahi yapmadığı şeyleri yaparak maçı elleriyle verdi Galatasaray'a.

Biz alışkınızdır, genelde ligin 5.haftasından sonra ligin 3-4 tane kader maçı olur bizde. Ancak son 2 yılda şampiyon olan Galatasaray, yaşadığı hezimetten sonra bizim maça bağlamış bütün umutlarını. Saldırdılar tabi maç başlar başlamaz. 15. dakikaya doğru dengeyi sağladı takım ve nitekim 15-30 dakikaları arasında yakaladığı tempo ve alışık olduğumuz futbolla skor olarak öne geçti. Ne olduysa ondan sonra oldu zaten. Rakibi kendi yarı sahasında karşılayan, yakaladığı topu bodoslama şişiren Beşiktaş, öyle yada böyle devreye önde girdi. Ki golden önce Fernandes'in, golden sonra Almeida'nın kaçırdıkları Galatasaray'a karşı alınacak farklı galibiyete set çekti. O gollerden herhangi biri gerçekleşse, aynı gün oynanan MANU-City maçından farklı bir hikaye yazılmazdı o maçta.

5'te 5 yapma düşüncesinden midir anlayamadık, ikinci yarının başlamasıyla her şey tepetaklak oldu. Takımda telaş, rehavet baş gösterdi. Hatta öyle karmaşık hale geldi ki olaylar, Galatasaray'ın atağı sonrası 3'e 2 atağa kalkarken Töre'nin topu kaleye dikmesi mevcut psikolojinin aynasıydı. Olaylar böyle gelişince maçta kalmak için savaşan Galatasaray ritmini buldu, sahada takımı sindirdi. İlk golde yıldızlaşan Serdar, bu sefer yediğimiz golde sahne aldı. Ayağında ki topu Bruma'ya teslim etti. Derken Veli'nn Burak'a nişanladığı topla geriye düştük. Bu zamana kadar olanlar Beşiktaş'ın bu sezon sergilemediği davranışlardı ve bunun birçok nedeni vardı. Uzun zamandır lider vasfı olmayan, uzun süreli galibiyet serisi yaşamamış, kötü bir kulüp kariyerinden gelen Biliç ve saçma sapan şekilde gazlanan tribünler... 5'te 5 stresi sahada ki oyuna psikolojik olarak yansıdı. Saha içinde kaybettiği Beşiktaş'ın sadece 3 puandı. Takım üzeriden baskıyı attı bir anlamda, yanlışlarını gördü, neler yapması gerektiğini, nelerin yapılmaması gerektiğini anladı.




Doğruları unutmak Part 2

Pazar günü sezon başından bu yana yapılanları unutan sadece saha içi değildi. Tribünler kulüp tarihinden bu yana yapılan doğruları unutmuştu bu sefer. Anlamsız rekor muhabbeti, desibel hikayeleri ile pohpohlanan tribün o kadar çok gaz yüklenmişti ki, en sonunda patladı. İlk başta şunu hatırlamak gerekir; Beşiktaş tribünlerinin hiç bir zaman bir şey ispat etme zorunluluğu olmadı, olmayacak. Var olduğundan beri, her yaptığı ile rüştünü ispat etmiş bir tribünün bu kadar gereksiz muhabbetlere girmesi, yeni nesille beraber şekillenen tribünün sancılarıdır. Gezi olaylarında, sivil toplum örgütlerinin yetersizliği ve Türkiye'de hiçbir toplulukta olmayan direnme gücünden dolayı öne çıkan bu tribün, bugün yaşananların diyetini ödüyor. Gezi olaylarını yanlış olarak değerlendirmiyorum burada, sadece tribünde solcusu, sağcısı, cemaatcisi, putperesti tek başına bıraksın bu tribünü. Sokaklar başkadır, yeşil çimin kenarında ki tribünler başka. Senelerden beri 92-93 sezonu, Samsunspor maçı, Fevzi'nin ayağının altından kayıp giden şampiyonluk gibi travmalar yaşamış bu tribün, sıradan bir derbi maçında bu hale gelerek sahaya inmesi kimseye inandırıcı gelmiyor. Onun için sahaya inenler Beşiktaş'ın kıyısından geçmemiş adamlardır, bakmayın üstünde ki formaya tezgahtan alınan formayla olunmaz Beşiktaşlı. Onun için bu komplo teorileri, en azından benim için. Düşünüyorsun, rakibin 10 kişi, frikik kullanıyorsun şeker gibi yerden, topun başında Muhammed ve Fernandes! Hangi Beşiktaşlı sahaya inmeyi akıl eder ki, Fernandes'in yolladığı topa vurulan kafayla olan golü yada Muhammed'in dokunuşuyla ağlara giden topu hayal etmek varken. Sonra aklın başına geliyor, mantıklı düşünüyorsun komplo değil bu. Çünkü komplo teorisinin dayandırıldığı olaylar o kadar saçma ki, anlıyorsun tribünden bi haber olan, Beşiktaş'ın siyahını -beyazını yeni öğrenmiş '' Çarşıcılık '' oynayanlar bunlar. ''Beşiktaşlı tekbir getirir miymiş?'' Gülmek ne kelime, haykırdık resmen. Tekbir, Beşiktaş'ın reaksiyon sloganıdır. En az 100 kere duymuşumdur, bağırmışımdır. Olayların nasıl başladığını, nasıl geliştiğini tribünden gören, bilen, yaşayan anlattı zaten. Üstünden bir daha geçmeye gerek yok.

Beşiktaş Pazar günü sadece bir 3 puan kaybetti. Elazığ'da, Eskişehir'de kaybedebileceği gibi. Taraftardan yoksun olarak çıkacakları maçlarda sıkıntı yaşayacaklarını zannetmiyorum, zaten dediğimiz gibi taraftar takımı değil, takım taraftarı ayağa kaldırdı. Derslerle dolu olan bir maçtan takımın alacağı dersler belli ama taraftar olarak biz, nereden başlarız, hangi dersleri alırız orası biraz karışık işte.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder